Günlerden pazartesi. Yine geldik dünyanın en antipatik gününe. İtiraf edelim, pazartesi sabahları alarm sesi bile hafta sonunun huzurlu sessizliğine ihanet gibi geliyor. Gözlerinizi açmadan önce, "Neden çalışıyoruz ki?" sorusunu hayatınızın merkezine yerleştiriyorsunuz. İnsanın, "Bir haftasonu daha bitti, ben nerede yanlış yaptım?" diye kendini sorgulaması için başka bir sebebe ihtiyacı yok.
Pazartesi sendromu aslında tam bir ironiler silsilesi. Düşünün, pazar gecesi uykusuz kalmanın zirvesine çıkıyoruz, ama neden? Çünkü pazartesi sabahına hazırlanıyoruz. Yani, uykusuzluğumuz bile pazartesiye hizmet ediyor. Üstelik bu hazırlık, ertesi gün uyanınca pişmanlıkla sonuçlanan bir "Netflix bölümü daha izleyeyim" çılgınlığıyla taçlanıyor.
Ama neden pazartesi bu kadar kötü? Belki de haftanın ilk günü olduğu için ona yükleniyoruz. Pazartesi, iş ve sorumlulukların temsili. Aslında, pazartesinin suçu yok; takvimdeki yeri yüzünden günah keçisi oldu. Düşünsenize, pazartesi yerine çarşamba haftanın başı olsaydı, "çarşamba sendromu"ndan bahsediyor olurduk. Ama hayır, pazartesi orada, her şeyi ilk o göğüslemek zorunda.
Bir de işin karanlık yanı var: Çoğu kişi pazartesi sendromunu, çalışmayı sevmemeye bağlıyor. Hatta biraz abartıp kapitalizmi suçluyoruz. "Sonsuz bir döngüye hapsedildik!" diyen iç sesimizle, kahvemizi alıp Zoom toplantısına katılıyoruz. Yine de aklımızın bir köşesinde hep şu soru var: "Bütün bunlar gerçekten buna değer mi?"
Peki, pazartesi sendromunu nasıl aşarız? Gerçekten aşabilir miyiz? Belki de mesele aşmak değil, kabul etmek. Pazartesi, hayatın bize verdiği bir sınav. Bizden disiplin, sabır ve biraz da mizah bekliyor. Hani şu "Hayat bir komedi filmiyse, pazartesiler kesin kara mizah" dedirten türden bir sınav.
Sonuç olarak, pazartesi sendromu, hayata dair büyük bir metafor. Bize zorlukların kaçınılmaz olduğunu, ama bunları biraz espriyle karşılarsak hafifletebileceğimizi öğretiyor. Belki de mesele, pazartesiden kaçmak değil, onunla dans etmeyi öğrenmek. Zira pazartesi aslında bize yeni bir başlangıç, belki de düzeltme fırsatı sunuyor. Tam anlamıyla bir "reset" düğmesi. Geçen haftanın başarısızlıklarını unutup yeni bir enerjiyle başlamak elimizde. Tabii bu enerjiyi bulmak için üç fincan kahve gerekse bile!
Kabul edelim, hayat pazartesileriyle, salılarıyla, çarşambalarıyla bir bütün. Eğer haftanın ilk gününü sevmeyi öğrenebilirsek, belki diğer günlere de farklı gözle bakabiliriz. Belki işe giderken, trafikte sıkıştığınız o anda bir podcast açar ya da sevdiğiniz bir şarkıyı dinlersiniz. Belki bir molada sevdiğiniz bir arkadaşınızı arar ya da kendinize küçük bir ödül verirsiniz. Pazartesi, aslında küçük mutluluklarla süslenirse, bir süre sonra "sendrom" yerine "alışkanlık" haline dönüşebilir.
Unutmayın, haftanın sonunda tekrar cumartesiye kavuşacaksınız. Ama hayat, sadece hafta sonlarından ibaret değil. Önemli olan, hafta içi kaosunun içinde kendinize bir düzen, bir denge bulabilmek. Belki o zaman pazartesiler bile gözünüze daha çekilir görünür. Ve evet, "En sevdiğim gün pazartesi!" diyen birine rastlarsanız, ona dikkatlice bakın. Ya işsizdir, ya da hayatın sırrını çözmüştür. Onu yakından takip etmeye değer olabilir.
Velhasıl, alarm çaldığında gülümseyin. Çünkü hayat, kendisine gülenleri sever. Pazartesiyle barış imzalamak, belki de kendinizle barışmanın ilk adımıdır. Hem, kim bilir, belki bir gün pazartesi sabahlarını gerçekten sevebilirsiniz.
Çünkü hafta başladığında, her şey daha kötüye gidemez, değil mi? (Gerçi salı var, ama onu başka bir yazıya saklayalım.)